Siyaset Biçimleri/ Ali Bulaç

Genel olarak siyasetin iki versiyonundan söz edilir: İdeal politik ve reel politik. Ve genellikle ana yönelimleri, takip edilen yöntemler ve teknikler itibariyle bu iki versiyon arasında bir uzlaşma noktası bulunmadığı varsayılır. İdeal politik olması gerekene yani ideale, reel politik ise olana, verili olana atıftır. İdeal politiği ilkeler, reel politiği pragmatik düşünceler belirler.

Tarih boyunca “kötü para iyi parayı kovar”a benzer şekilde, reel politik (pratik, pragmatizma) ideal politiği bastırmışsa da, aslında ikisi arasında mutlak bir zıtlık yoktur. Söz konusu zıtlık olmadan da ahlaki hedefleri olan pratik siyasetin mümkün olduğunu Hz. Peygamber (s.a.)’in tatbikatında (Sünnet ve Siyer) müşahede edebiliyoruz. Hz. Muhammed (s.a.)’in attığı her adım maddi ve sosyo ekonomik gerçeklere uygundur. Yani reel politiktir  ama her reel adım ideal politiği hedeflemektedir. Sonraki dönemde iki politik tutum arasındaki çatallaşma Hz. Ali ile Muaviye arasındaki mücadelede ortaya çıkacaktır. Hz. Ali “takva”yı “politik zeka”nın önüne geçirirken, Muaviye (öl. 680)  “zer-u zou tezvir” yöntemini kullanmıştır. Çok sonraları Makyavel (öl. 1527) bu yöntemi “Hükümdar”a mutlak iktidar için önerecektir. Reel politik ahlak, iktidar için her yolu mübah sayar.

İslam’ın özü siyasette kişinin ve grupların kendilerini Allah’ın iradesine teslim etmelerinde ifadesini bulur. İslamiyet “teslimiyet”tir. Evren amaçsız yaratılmadığı gibi (21/Enbiya, 16), insan da başıboş bırakılmış değildir (75/Kıyame, 36). Tab’an medeniyiz. Bir arada yaşamak üzere yaratılmış olmamızın hikmeti var. Bizi bir arada ve barış içinde bulunduracak olan şey, Allah’a teslimiyettir, Allah’a teslimiyet O’nun iradesine teslimiyeti gerektirir. Ancak biz Allahın iradesinin ne olduğunu bilmiyoruz. Bunu bilemeyiz, bilmemiz de mümkün değildir. Çünkü doğrudan Zat ile irtibat kuramayız. Zatı’nı bilemediğimiz ve  doğrudan irtibat kuramadığımız bir Varlık bizden iradesine teslim olmamızı istiyor. Tarihte sürüp giden teolojik tartışmalardan anlıyoruz ki, Zat üzerinde düşünmek bizi tatminkâr bir yere götürmez. Bu ancak Hıristiyanca teolojik bir meşgale (metafizik spekülasyon) olur. Allah’ın iradesine teslim olmak demek, O’nun indirdiği hükümlere yani emir ve nehiylere (Münzel Şeriat/Hukuk) uymak demektir. İlahi hükümlere uygun hareket etmek, O’nun iradesine teslim olmayı karşılar. Yap dediği şeyi yapmak, yapma dediği şeyi yapmamak. İşte bu, Allah’ın iradesine teslimiyetin kendisidir. İslam’ın özü bu teslimiyetten gelir. Allah’ın iradesine hükümler üzerinden teslim olmamız dinin özüdür ve takvadır: “Silm (barış), selamet (sosyal ve ontolojik güvenlik) ve teslimiyet (ahlaki norm ve hukuk kurallara bağlılık)”.

Post modern zamanın trajik gerçeğini en iyi ifade edebilecek kelime “çatışma”dır. Psikoloji bunu pozitif-pozitif, negatif-negatif ve pozitif-negatif çatışma şeklinde formüle ediyor. “Kaygı ve endişe” söz konusu çatışma biçimleriyle ilgilidir. Varlığın merkezinden kopmuş ve kıblesini şaşırmış ise insan, varlıkta güvenlikten yoksun olarak yaşar. Uzayla ilgili bilgilerimiz geliştikçe varlık alemiyle ilgili her şey belirsizleşiyor. Küreselleşme, bir yönüyle fizik ve biyolojinin gelip dayandığı yer belirsizleşme eşiğidir. Epistemoloji ise tümüyle bizi belirsizliğin vadisine getirip bıraktı. Postmodern zamanın insanında söz konusu olan güvensizlik olgusu büyük ölçüde  belirsizlikten kaynaklanıyor. İnsan kaybettiği referans noktasını bulamıyor. Böyle olunca kaygı ve arkasından çatışma başlıyor.

Dört temel çatışmadan söz edebiliriz: 

İlki; insanın kendisiyle, kendi nefsiyle çatışma halinde olmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de bu şöyle ifade edilir: “Kendileri Allah’ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar…” (59/Haşr, 13.) Allah yokmuş gibi yaşamak şifası olmayan bir yabancılaşma trajedisidir. Bizi canlı kılan bedenimize üfürülen ilahi nefes (Nefha-i ruh) ise, ruhumuzun menşeini, aslını yok sayarak bu gezegende nasıl sekine bulabilir, sükun ve huzur bulabiliriz. Yapıp ettiklerimizin tümü husulî olur, huzurî mertebesine çıkmaz.  Allah’ı zikretmeyen nefis asla tatmin bulamaz (Ra’d, 28).

İkincisi ise “Öteki”yle çatışmadır. Bir şekilde bizden olmayan, bizden farklı olan “öteki”dir.  Beşeri hayat ötekilerle çevrilidir.  Bana göre benim dışımda olan herkes ötekidir. Tab’an medeni olan beşerin hayatında ötekinin varlığı doğaldır, zorunludur. Öteki; kadın, Hıristiyan, komşu, beyaz, siyah, ateist, göçmen-mülteci vs. olabilir. Bu önemli değildir, “öteki”yi “ötekileştirmek” sorundur. Ötekileştirmek demek şeytanlaştırmak demektir. Kedi yavrusunu yemek istediği zaman onu fareleştirir. Yöntem şu: Önce ötekinin imajını değiştir, şeytanlaştır, onu yok etme hakkını kendinde bul.  Barbar, vahşi, ilkel, kafir, terörist, hain, zındık, mülhid vs. Bunların tümü suiniyetle kullanıldığında öteki’nin şeytanlaştırılmasına yarayan sıfatlardır.

Doğru olanı öteki ile olan ilişkinin, hukuk zemininde sözleşme dayalı kurulmasıdır. Kim olursa olsun, onunla bir hukuk zemininde bir arada yaşayabiliriz. Ne onu asimile etmek, ne etnik arındırmaya tâbi tutmak gerekir, ne de soykırıma maruz bırakmak. 

Modern dünyada en temel çatışma alanı ötekiyle doğru ilişki kurma konusunda baş gösteren zorlukta ortaya çıkar.  Burada önemli bir nokta var: Ötekiyle çatışan insan “iyi”yi kötü amaçla kullanır. Hakikat-i halde varlık aleminde kötülük yoktur. Yani kötülüğün maddesi muhaldir. Kötülüğün Allah’tan bağımsız varlığı olsaydı, varlıkta Zerdüştlülerin düşündüğü gibi iki tanrı olurdu. Kötülük iyi olanın su-i isti’mali, iyi olanın yanlış kullanımıdır. Asıl olan iyiliktir. Varlık aleminde olan iyiliktir. Allah iyiliği, cömertliği, keremi, her şeyin güzelini yaratır. Biz iyi, güzel, faydalı olanı yanlış kullandığımız zaman kötülük ortaya çıkar. Şöyle düşünelim: Bir güveç yapacağız. Güvecin hammaddesi; domates, et, patlıcan, patates vs. iyidir. Diyelim ki mevsiminde alıyoruz, hepsi taptaze. Eğer güveç yapmasını biliyorsak, bu malzemeden iyi (lezzetli), bilmiyorsak kötü-berbat bir yemek çıkarırız. Demek ki iyi olanı yanlış kullandığımız zaman kötülük ortaya çıkar. İnsan başkasını iyi adına kötüleştirerek imha etmek ister. Şu var ki insan asla kötülüğü bir gerekçe olarak öne sürmez. 2003’te Bush Irak’a saldırmak istediğinde, “Ben İsrail’in güvenliğini korumak, petrolüne el koymak, red cephesini dağıtmak üzere geliyorum” demedi. “Demokrasi, özgürlük getireceğiz, Irak’ı bir diktatörden kurtaracağız” dedi. Yani iyi olan adına kötülük yaptı. Hz. Ali buna “Hak sözü batıl maksatla kullanmak” der.

Belki bu örnek, bizim de tarihimiz üzerinde eleştirel bir gözle bakmamızı kolaylaştırabilir. Acaba bizim atalarımız fetihleri yaparken, iyi olanı gerekçe olarak mı öne sürdüler? Her gün Balkanlara gittiler, Bağdat’ı bir kere daha “fethetti”ler. O gün ulema sordu mu? Müslüman müslümanın diyarını fetheder mi? Bunu hiç düşündük mü? “Fetih” deyince içimizi ne kadar ferahlatıyor değil mi? Fakat kendimizi Amerikalıların yerine koyalım, onlar da “fetih” yapıyor. Acı gelse de bize, Amerika, topraklarımızı fethetti. Topraklarımıza, yeraltı ve yerüstü kaynaklarımıza el koymuş durumda. 

Yeniçeriler kesesi boşalınca kazan kaldırıyor, padişahı savaşa zorluyorlardı. Bu savaşlar sahiden “İ’lay-ı kelimetüllah” için miydi? Öyle olsaydı, Ömer bin Abdülaziz, Bizans kuşatmasını kaldırmaz, Ermenistan ve Azerbaycan’daki orduları geri çekmezdi. Sonunda fetihçi bir imparatorluk Batı karşısında kolayca çöktü. Çünkü üretici değildi. Gelir kaynağı fetihti. İnsanlar sanayii geliştirmiş, üretim yapıyorlar, kıtalara gidiyorlar bizimkiler fetih peşinde koşuyor. Batı da güçlü silahlara sahip olduktan sonra kıtaları fethe çıktı, sömürdü, insanları katletti. Ama önce bilgi, ekonomi ve teknoloji, sonra sömürgecilik ve istila geldi. Biz sömürü için değil, İslam’ın yurdunu korumak ve mazlumlara yardım etmek için bilgi, ekonomi ve kendimizi savunacak silahlara sahip olmalıydık. Batı bizi çökertti. Tanzimatçıların ve Cumhuriyetçilerin yaptığı gibi Batı’yı körce taklid etmek çözüm değildi, çözüm köhnemiş zihniyeti değiştirmek, ruhsal/zihni ve ahlaki devrim yapmaktı. 

Üçüncü çatışma alanı tabiatla/varlıkla çatışma halinde olmamız. Bunun temel dinamiği “iktisadi büyüme” saplantısıdır. Hükümetlerin, devletlerin kaygısı iktisadi büyümeye endekslenmiş durumda. Tek ölçü bu. İktisadi faaliyet fiziksel sınırlara gelip dayanmış bulunuyor,  ekolojik denge altüst olmuş durumda. Kur’an “Dengeyle oynamayın” (55/Rahman, 7-9) diyor. Tabiatın hassas dengesiyle (mizanıyla) oynuyor, tabiatla çatışma haline geliyoruz. Tabiat da bize cevap veriyor. Eski inanç biçimlerinde animistlerin ruhlara taptıkları düşünülüyor. Aslında itikadın cahilleri dışında ruha tapan yoktu. Onlar, varlığın kendisinde bir canlılık olduğunu düşünüyor, varlığı ilahi isimlerin tecelli ettiği mekan, bir obje olarak görüyordu. Sonraları modern antropologlar, “ilkel kavimler”in ruhlara taptıklarını iddia ettiler. Bu elbette bir ölçüde doğrudur da, ama olup biten isimlerin varlıktaki tecelli ettiği fikrinin yozlaşması, bozulmasıdır. 

Son olarak modern ve postmodern insan Allah ile çatışma halinde bulunuyor. Allah’ın mülkünde iktidar ve mülkün kaynakları temellük ediliyor. İslam bizim hem bu çatışmaların bilincinde olmamızı, hem silm ile çatışmaları barışa çevirmemizin yol ve yöntemini öğretiyor. Eğer silm olacaksa bu dört çatışmayı giderici bir felsefemizin olması icap eder. Bundan selamet ve güvenlik çıkar; bu sayede kaygı ve çatışma aşılır. 

Modernliğin insanoğluna sunduğu üç ideal vardı: Güvenlik, özgürlük ve refah. 

Güvenliği sağlayamadı. Şu an hemen hemen bütün dünyada demokrasiler gerilerken, özgürlüklerin önünü güvenlik tedbirleri aldı. 20. Yüzyılda iki dünya savaşında 65 küsür milyon insan öldü, tarihin en acımasız iki rejimi faşizm ve komünizm insanlığa kan kusturdu, Japonya’nın iki şehri üzerine atom bombası atıldı; İslam yurdu viraneye çevrildi. Bu cinayet ve şenaatlerden İslam mı sorumludur?  Bölgesel çatışmalar hızla artıyor. Özellikle bölgemizde, İslam dünyasında çatışmalar durmuyor. Sovyetlerin ve Amerikalıların İslam yurdunu işgallerinde (Afganistan, Irak) yüzbinlerce insan öldü; bu yazının yazıldığı sırada İsrail’in Gazze’de katlettiği 24 bin kişinin yüzde 70’i kadın ve çocuklardı. Her an daha büyük bir savaş, 3. Dünya savaşı çıkma ihtimali bile var. Süper güçlerden birinde bir deli, önündeki kırmızı düğmeye bastığı anda füzeler havalanır, muazzam bir savaş patlak verir, yeryüzü harabeye döner. 

Refah sadece kuzeyli ve batılı ülkelere ait bir imtiyaz olarak kaldı. Dünyanın geri kalan kısmı refah içinde değil. Muazzam bir yoksulluk söz konusu; bölgeler, ülkeler, sınıflar arasında eşitsizlik giderek büyüyor. Özgürlük ise tağşişe uğramış altın para gibi. Özgürlük “her istediğimi yaparım” demek olan serbestiyete indirgenmiş olarak şu an bedenin isteklerini yerine getirme dışında başka bir anlamı yok. Beden iştah ve şehvete tutkun. 

İnsanın sahip olduğu üç büyük kuvvet; güç adaletten, şehvet ve iştiha iffetten, bilgi hikmetten yoksun.

Müslümanlar arasındaki ilişkiler Şeriatla tanzim edilir, küresel düzeyde Müslüman ve Müslüman olmayanlar  arasındaki ilişkilerde düzenleyici zemin “maruf ve münker”dir. Buna göre biz Şeriatı gayrimüslimlere uygulayamayız. Böyle bir yetkimiz ve hakkımız yok. Basit bir fıkıh kuralını hatırlayalım: bir Hıristiyan içki içiyorsa, içer. Onun şarap testisini kırdığın zaman suç işlemiş olursun, Şeriat sana testiyi tazmin ettirir. Ama bir Müslüman alkollü içki içerse günah işlemiş olur. 

Siyaset üzerine en çok düşünen havzalardan biri de Yunan beşeri havzasıdır. Yunan siyasetinin iki amacı var. Biri insanı mutlu kılması. Basit düzeyde mutluluğu, elem veren şeylerden kaçınmak, haz veren şeylere ulaşmak şeklinde anlayanlar vardı; bugünkü modernlerin anladığı gibi. Tabi bu mutluluk tanımı bedene endekslidir ve daha çok sıradan insanın mutluluk arayışıdır. Bana bedensel olarak bir şey haz veriyorsa ona erişmek/ulaşmak isterim, acı veriyorsa da ondan uzaklaşmak isterim. Platon, Aristo, Farabi ve İbn Sina gibi filozoflar (hükema) mutluluğun kazanılması çabasında marifet kavramını kullandılar. Yani doxanın, duyuların yanıltıcı evreninden çıkıp, epistemik olarak aşkın alemle ilişki kurmak suretiyle mutlu olmak. Bunu en iyi tanımlayanlardan biri İbn Sina’dır. 

Sokrat siyasetin yanında ahlakın da temeline bilgiyi yerleştiriyordu. Ona göre, kişi kötülüğün ne olduğunu bilirse, kötülük yapmayacak. Onun anahtar terimi “bilgi”ydi. Sokrat tek tanrıya, ahirete ve yüksek ahlak hayata inanıyor, hatta Atinalıları rahatsız etmek üzere Tanrı’nın kendisini görevlendirdiğini söylüyordu. Ne var ki “bilgi” ile “kötülük” arasında kurduğu zorunlu ilişki pek doğru değildi. Çünkü bilgi, kötülükten vazgeçmenin ya da kötülük yapmamanın güvencesi olmuyor. Araplar, bunu “cahiliye” kavramıyla ifade ederler. Cahilliğin manası bilmemek değil, bilerek, bildiği halde yapmak demektir. Rahmetli Seyyid Kutup, bu kavramı politik ve sosyal bir içerikte kullandı, çoğu kimse ya anlamadı veya işine gelmediği için ona karşı çıktı. Cahil bilir, bilerek yapar. Delikanlı bir gence “ceehil” denir. Ceehil’dir çünkü kanı damarlarında kaynamaktadır, yanlış-kötü bir şey yaptığını bilir ama yine de yapmaktan kendini alıkoyamaz. 

Bunun en tipik örneği Ebu Cehil’dir. Ebu Cehil kültürlü bir adamdı. Cömert, dürüst, yalan söylemez, kahramanlık gösterir, misafirperverdi, kısaca Mekke’nin önde gelen aydınlarından biriydi. Efendimiz “Rabbim iki Ömer’den birini İslam’a nasip et” diye dua etmişti. Fakat Ebu Cehil peygamberle diyalogunda; “Biz sizinle rekabet halindeydik. Ne yaptıysanız biz daha iyisini yaptık. Kahramanlık, cömertlik vs. Vallahi peygamberlik sizden çıktığı için bunu kabul etmeyeceğim” diyordu. Allah adına ant içiyor. Çünkü puta tapacak kadar beyinsiz (sefih:Bakara, 13) bir adam değildi. Fakat neden peygamber onların kabilesinden değil de Haşimoğulları arasından çıktı bunu reddediyor, “kölelerimle eşit olmam” diyordu. Hz. Peygamber’e “Senin kitabın, beni cehenneme göndermiş, orada yüz üstü sürünüyorum, kölem tahtlar üzerinde kurulmuş, eşiyle cennette keyif çatıyor. Allah adına yemin ederim bunu kabul etmiyorum.” Burada bildiği halde Ebu Cehil’in aşamadığı nedir? Kabile asabiyeti ve köleyle eşit olmayı. Bu iki şey Ebu Cehil’i  (cehaletin babası) “beyinsiz” yaptı.

Sigara içmek de buna örnek olabilir. Sigaranın zararlı olduğunu biliyoruz, paketin üzerinde “sağlığa zararlı” uyarısı var. Buna rağmen içiyoruz. İşte bu cahilliktir. Demek ki Sokrat’ın dediğinden başka bir şeye ihtiyaç var. Kur’an-ı Kerim, bilgiyi küçümsemiyor.  Fakat ahlaki olan tercihi takvaya bağlıyor. Takvadır insanı iyi insan yapan. Kişi takva sahibiyse, yapması gerekeni yapar, yapmaması gerekeni yapmaz. Muttaki değilse bildiği halde yapar. Bilgiden kasıt kendisiyle amel edilen şeydir. İnsan, ya merak eder ve hayranlık duyar veya tabiat ve beşeri hayat üzerinde tahakküm ve hegemonya kurmak için bilmek ister. Aristo bilgiyi “güç” olarak tanımlamıştı. İslam bakış açısından bilmek, bilgiyle amel etmek (nazari ve ameli hikmet); Allah’ı Kitap ve varlık alemi üzerinden bilip tanıma amaçlıdır. 

Bu arada Batılı beşeri tecrübenin bize önemli şeyleri kazandırdığını görmezlikten gelemeyiz. Batı siyasi kültürümüze önemli katkılarda bulundu:

Biri “resmi din ve mezhep görüşü”nü ortadan kaldırmış olması. Bunu teokrasiye karşı laiklikle sağladı. Siyasi öğreti ve söylemde referans din olabilir ama kilise ve ruhban sınıfı olmaz. Batılı telakkiye göre “laik” demek dini  referans almamak demek değildir. Dine uygun bir siyaset düşünmek ve program yapmak mümkün, fakat referans kilise ve ruhban sınıfı olmayacak. Laik, ruhban sınıfına ait olmayan kimse demektir. 

Batılı tecrübe “partiler sistemi”yle siyaseti yarışa açtı. Bu önemliydi. Başlangıçta belirgin olarak partiler (parça) bir sınıfı iktidara taşımanın araçları iken, partiler arası uzlaşma ve anayasa hareketleriyle gerek programları gerekse seçmen yapıları itibariyle birbirlerine yaklaşmaya başlamışlardır. Partiler demokratik yönetimin dinamikleri olduğu gibi, demokrasinin çatışmalara yol açan araçları da olabiliyor. Bunu aşmanın yolu yasama gibi yürütmenin de ortaklaşa oluşturulmasıdır.

Batı “Hukukun üstünlüğü” ilkesini getirdi. Aslında bizde hukukun üstünlüğü ilkesi zihinde var. Şeriat benim, senin, herkesin üstünde bir hukuk demektir. Bu bir bilinçtir. Kanuni Sultan Süleyman önemli bir ferman yayınladı: “Padişah Allah’a karşı sorumludur, Şeriatı ihlal edecek olursa vükela ve vüzera onu hal’ eder (tahttan düşürür).” Ferman, padişahın üstünde Allah ve Şeriat(a (Hukuk) atıftı. Ferman’a göre padişah  ona uymak zorundaydı; devlet veya kanun kendisi değildi, hukuku ihlal edecek olursa vekiller ve vezirler tarafından düşürülecekti. Ama Kanuni, bunun mekanizmasını, yasal prosedürünü geliştirmedi. 

Batının siyasete ve idareye getirdiği en önemli katkılardan biri de “kuvvetler ayrılığı ilkesi”dir. Bu son derece önemli. Çünkü mutlakiyetçi idareyi demokrasiyle, teokratik idareyi laiklikle etkisiz hale getirdikten sonra, kuvvetler kimde toplanacak ve nasıl kullanılacak, sorusu gündeme geldi. Montesquieu kuvvetleri yürütme, yargı ve yasama olmak üzere üçe ayırdı. Kuvvetler özerk olup birbirlerini denetleyeceklerdi. Fakat bu ilkeyi genel geçer kılan olan şey ifade özgürlüğüdür. Neden? Kuvvetler kendi aralarında halkın aleyhinde bir anlaşma yapabilir, biri diğerine karışabilir. Hatta 28 Şubat 1997 Postmodern Darbe sürecinde gözlendiği üzere üç kuvvet de halkın aleyhinde ittifak kurabilir. 

İfade özgürlüğü varsa, kamu adına bunlar denetlenecek. İfade özgürlüğü bir lüks değildir. Sistemin olmazsa olmaz şartlarından biridir. Biz yasamanın, yürütmenin ve yargının yanlış yapıp yapmadığını nasıl anlayacağız? Anladıysak bunu nasıl ifade edeceğiz? Bunu ifade özgürlüğünün  korunması ve yürürlükte olması durumunda ancak anlayabiliriz. İfade özgürlüğü hergün Platon veya İbn Sina gibi felsefi düşünceler üretmek değil, kamu otoritesinin karar ve icraatlarını denetlemek, eleştirmek ve kamuoyunu haberdar etmektir. Bir ülkede düşünce ve ifade özgürlüğü kısıtlanıyorsa, orada kamu otoritesinin işlediği cürümler vardır, bu cürümlerin açığa çıkması istenmiyor. Özgürlük yazılı veya görsel medya aracılığıyla kullanılabileceği gibi kamusal alanda görünür olmak şeklinde de kullanılabilir. Bu yüzden medyaya “dördüncü kuvvet” denmiştir. “Dördüncü kuvvet “ yoksa, üç kuvvetin doğru iş ve işlev gördükleri şüphelidir. Umberto Eco, Batıyı diğer bütün Batı-dışı toplumlara karşı avantajlı ve üstün kılan tek şeyin ifade özgürlüğünün teminat altına alınması olduğunu söyler. 

Batının modern zamanlar siyasetiyle ilgili son katkısı anayasa hareketleridir. Anayasalar, asırlarca birbirleriyle savaşmış sınıfların ve grupların uzlaşma metinleri olarak ortaya çıktılar. Anayasalar iki kırmızı çizgiyi aşamaz: Hukuk’un üstünlüğü ilkesini, uluslararası sözleşmeleri ve azınlık haklarını. Batı toplumlarının kendilerine özgü tarihsel gelişmeleri dikkate alındığında anayasalar iyi iş görmüşlerdir. Ama toplumsal sözleşmelere dayanmadıklarından bizim gibi toplumlar açısından sorun çözmeye yetmiyor, bir anayasa kısa zamanda ya darbe ile lağvediliyor veya çoğunluğu elde eden iktidarlar tarafından yamalı bohçaya dönüyor.

Demokrasiler nihai ve mükemmel rejimler değildir, üstünlüklerini monarşilere ve diktatörlüklere göre ölçtüğümüzde farklı, İslam’ın ideal politiğiyle mukayese ettiğimizde farklı sonuçlara varırız. Müslüman entelektüeller demokrasileri çok yönlü eleştirmelidirler; buna ihtiyaç var. Ama eleştiriler Ortadoğu’nun monarşilerine, diktatörlüklerine, otokratik yönetimlerine meşruiyet sağlayıcı olursa, demokrasi eleştirisi meşruiyetini kaybeder.

https://dinvesiyaset.com/2024/01/12/siyaset-bicimleri/
Scroll to Top